13 Mart 2012 Salı

Ağır adımlarla kainatı dolaşırken ruhum, seni gördüm, kalabalığın arasında. Ellerimi uzatsam dokunacak kadar yakın ve olduğun yerde dururken sen, ben rüzgar gibi hızlı hareket edebilecek olsam da sana yetişemeyecek kadar uzak. Uzak değil, belki ulaşılmaz! Ve fakat yalnız değildim bu yolculukta. Ve fakat “sen”din. Ve fakat “ben”. Azıcık sana yönelecek olsam, birden çoğalıyordu omuzlarımdan, kollarımdan, bacaklarımdan tutan eller. Ne zaman duraklasam, rahata eriyordu bedenim. Eriyordu! Eriyor muydu? O an etrafıma baktığımda yanımda kimseciklerin olmadığını fark ediyordum. Küçük karanlık bir odada! Küçük ve karanlık bir odada! Ve küçük! Ve karanlık! Bir odada! Duvarlara vura vura eskitilmiş bir kafatası aynada. Yok yok rutubet kokusu değil bu, çürüyen bir “ben” kokusudur olsa olsa.

Seni anlatabilmek umuduyla şair olmaya yelteniyordum. Şair olduğumda seni anlatmaya mecalim kalmamış oluyordu, kelimeler ulaşamıyordu senin anlamına.

Seni resmetmek için ressam oluyordum sonra. Elimde her renge bulanmış fırçalar, binlerce yıl boş bir tuvalin karşısında öylece kalakalıyordum. Renkler senin ışığında yanıp yok oluyordu.

Kulağımda yarım bir semai. Kürdilihicazkar! Önce kainata bir sükunet verdirip susturan ve ancak ondan sonra sahneye çıkan bir tamburdan geliyormuş tüm bu sesler.

Ne garip! Kalabalıktan eser yok şimdi. Sen varsın bir tek kainatta. Karşında da "sen" kitabının yanına “ben" noktasının yerleştirilebilme ihtimalinin ne kadar zor olduğunu bilen bir ben?

Uzatsam şu kirli ellerimi bir dem, azıcık tutar mısın?

(Alıntı)

Hiç yorum yok: