30 Aralık 2011 Cuma

Bir isteğim var sadece senden,
Onun kokusunu al getir,
Onun saçlarını al getir,
Hatta mümkünse onu al getir bana rüzgar.

[Cemal Süreya]

29 Aralık 2011 Perşembe












Can,
Ah Can,
Gözlerimden denizler süzülüyor...
Yere düşen her damlanın yüreğinde sen varsın...

Ben lâl olmuş bir bülbülüm,
Sen deli gülsün bağımda...
Toprak gibi,yaprak gibi,candan özge can gibi... 

İstediğim gül içmekti,gözlerinde bir yudum... 


Çatlayası deli yürek, sen sen diye atıyor...

24 Aralık 2011 Cumartesi

Ey yiğit! Yazgıya bahane bulma.
Yükleme kendi suçunu başkasına.
 Suçunu gör dönüp etrafında kendinin...
Kendindendir, gölgeden değil çektiklerin.
Ne yaptın da sana dönüşünü görmedin?
Ne ektin de ektiğini biçmedin?
Eylemlerin ruhundan ve bedeninden doğar.
Çocuğun gibi sonra gelip eteğinden tutar...


Hz. Mevlana

22 Aralık 2011 Perşembe


Sinan Yağmur’un Aşkın Gözyaşları-Kimya Hatun kitabını okuyordum günlerdir. Ve bu akşam bitti. Serinin içinde benim gözbebeğim hâlâ Tebrizli Şems, onu söylemeliyim. Kitap hakkında söyleyecek çok sözüm olsa da onları bir kenara bırakıyorum şimdilik… Bazı satırlarıyla sizleri de tanıştırmak istiyorum. Şöyle ki:

….

“Aşk, yakınlarını, tanıdıklarını, eksik olan bir şeyin diğer yarısını, yürek yarını, yârin yüreğini bulmak için susuz, suskun yola çıkmaktı. Yalnızlığına meçhul bir gönüldaş bulup, ruh solgunluğuna maşuktan can soluğu almayı umut etmekti.”


“hayat ne umduğumuz kadar önemlidir, ne de sandığımız kadar önemsiz.”


“Sevgi bir nefes kadar yakın bazen, Bazen biz kadar uzak bize.”


“Siz yüreğinizi ne kadar dinliyorsunuz bilmem ama ben yüreğimi de götürüyorum gittiğim yere.”


“Sende bulduklarım değil, sensiz kaybettiklerimdir önemli olan.”


“Başkalarının hayatlarını –mış gibi tekrar tekrar yaşayanlar akıllı, kendini arayan, yüreğini keşfeden, yürek yârine adanan, aşk ile tutuşan deli, öyle mi? Delilik anlayışınız buysa kurban olayım deliliğe. Yüreğimi delen deşene kurban olayım. Katlanılmaz hale geldiğinde olup bitenler ve dahi biz kendi kendimize sığmaz olduğumuzda, uydum hazır olan huzursuzluğa, niyet eyledim delirmeye der gibiyiz. Delilik, bir tutam tebessümün ön şartıdır çoğu vakit. Adına tevekkül diyebileceğimiz bir huzur anı belki de. Delilik kimi zaman da, konuşman gereken en önemli yerde susmaktır.”


“Düşünen, seven, özleyen, susan, cesur olan, kalıpların dışına çıkmak için çabalayan, yani sizin yetindiklerinizle yetinmeyen *deli*dir.”


“En büyük zenginliğin hayatsa oldukça fakir birisin.”


  -aşk nedir Kimya?

    Vallahi gizli kalmayacak kadar aşikâr, görülmeyecek kadar gizli.O taşlar arasındaki ateş gibidir; onu hareket ettirirsen tutuşur ve yanar, bıraktığında kaybolur.”


“Sufi, dünyanın içinde dönen değil, dünyayı kendi içinde döndürendir.”


“Gerçek şu ki insan, öz benliği üzerine yönelmiş keskin ve derin bir duadır, bakıştır.”      Kıyamet, 14


“Göklere çıkmak istiyorum, lütfen bana merdiveni gösteriniz! Cevaben buyurdular ki: Senin başın merdivendir. Başını ayakaltına al, başına bas ta yüksel!”   Ayağını başının üstüne koymak demek, aklını ayak altına alıp, gönül yolu ile, aşk yolu ile Hakk’a yönelmektir.


“Alemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.”  Tekvir, 9


“Ne zordur etrafın kalabalıkken derdinle yalnız kalmak.”


“Söyle yolcu musun, yol mu? Yolun var mı da yoldaş bulamadım diye feryat ediyorsun? Gönlüne erdin mi de gönüldeşim nerede diye sızlanıyorsun? Önce kendini bir bul bakalım! Ayağında diken yarası olmayan, sinesine gül kokusu süremez.”


“Bir namaz ferahlığı içinde sana gelmeme izin ver Rabbim. Yolumu aç! … Allah’ım. Eli boş gidilmez yere, Ey İlahi ben boş gelmedim, suç getirdim, günah getirdim. Dağlar çekemez o ağır yükü, iki kat sırtımda pek güç getirdim. Elimi tut! Ellerimde derman kalmadı.
TUT ELİMİ RABBİM. BENİ BANA BİLE BIRAKMA!”

21 Aralık 2011 Çarşamba
















İçime sığmıyor hüzünlerim;
Sana geliyorum; düşe kalka.
Susuyor dilim!
Senin huzurunda sözlerim gözlerimden akıyor..
Adım duâ!
Özüm duâ!
Duâya saklandım beni kimse bulamasın…

____İskender Pala
Düşüm ben,
düşen ben,
düştüğüm ben!..


. . .


Senai Demirci

16 Aralık 2011 Cuma

Yağmurun Elleri



Küçücük bir bakışın
Çözer beni kolayca
Kenetlenmiş parmaklar gibi
Sımsıkı kapanmış olsun

Yaprak yaprak açtırırsın
İlk yaz nasıl açtırırsa
İlk gülünü gizem dolu
Hünerli bir dokunuşla

Hiç kimsenin yağmurun bile
Böyle küçük elleri yoktur
Bütün güllerden derin
Bir sesi var gözlerinin

Başedilmez o gergin
Kırılganlığınla senin
Her solukta sonsuzluk
Ve ölüm...


Yeni Türkü

15 Aralık 2011 Perşembe


Gülümsüyordum. O gülümsediği için. Gülümseyerek konuştuğu için. Sakinleşiyordum. O sakin olduğu için. Artık korkmuyordum.
O bana “Korkma” dediği için. “Üşüme!” diyen bir annenin sözünü dinler gibi. Olur, üşümem, diyordum.
Gerekirse donarak ölürüm ama üşümem!

-Hakan Günday / Ziyan-
 

11 Aralık 2011 Pazar

Ve sen; 
Yine denendiğinde, 
Ve yine; 
Kalbin daraldığında, 
Ve yine; 
Bütün kapılar kapandığında, 
Ve yine; 
Ne yapman gerektiğini bilemediğinde, 
Uzun uzun düşün ve hatırla yaradanını...
Allah kuluna kafi değil mi?

(zümer 36)

9 Aralık 2011 Cuma

bilmiyorsun,
söyleyemiyorum....
bilmiyorum,
söylemiyorsun...
öyle hissediyorum ki;
sen bende çoğalıyorken...
ben sende azalıyorum...
Ey Yâr,
Yasla yüregini yüregime..
ve yüregimi tut!..
sonra unutalım tüm sözcükleri ...
Mevlana der ki;
'' Dostlarınızı sıkça ziyaret ediniz,
Çünkü üzerinde yürünmeyen yollar diken ve çalılıklarla kaplanır..! ''

8 Aralık 2011 Perşembe


Hepimiz nar taneleri gibi birbirinden ayrıyız,
Hem çok benzeriz, hem de çok farklıyız.
Ama açılmamış bir bütün nar gibiyiz aynı zamanda.
Bizi bir arada tutan kabuk, birbirimize duyduğumuz inançtır.
Peki ya o kabuk çatlarsa...
Ya birbirimize duyduğumuz güven dahil inandığımız her şeyden kuşkuya düşersek...
Ya adalet duygumuz kaybolursa...
Ya, her insan kendi adaletini aramaya başlarsa...
Çatlayan bir nar gibi taneler her yere yayılmaz mı?

Birhan Keskin
















Bir deli rüzgar eser,
kulaklarımda sözcükler yankılanır.
Bir yamalı ezgi düşer dilime,
geçmiş zamanlardan kalma.
Çok kez çalınmış, söylenmiş
tanıdık bir ezgi.
Gözlerimde hep aynı çocuk:
Biraz hüzün,
biraz kahkaha kokan.
Rüzgar yağmur kokar,
bir sonbahar yağmuru...
Ne güzel yağmura boyanmak!
Islanmış teninde yağmur kokusu, ne güzel!
Ellerimi tutar aynı çocuk .
"Yağmur oluyorum bak!" deyip
açar kollarını iki yana,
sokağı kucaklar.
Damlalar gözlerine düşer.
Saçlarına, ellerine düşer.
Yüzünü okşar damlalar.
Işıl ışıl yüzüyle,
gözleri gökyüzünde...
Göğü kucaklar, yağmur kokan çocuk.
"Bak" der.Gök oldum sonsuz mavi.
Gök oldum, ağladım.
Hüzün kokulu damlalar döktüm usulca.
Sonra şehir oldum,
sarmaladı damlalar caddelerimi
arındım!
Sonra güneş oldum:
Işıl ışıl koynunda bir gökkuşağı gizli!
Yedi renge boyadım bak yüreğimi.
Şimdi, yağmur kokar tenim.
Işıl ışıl koynumda bir gökkuşağı
‘SEN’ oldum!
Bir deli rüzgar eser, kulaklarımda sözcükler yankılanır.
Tazecik bir ezgi düşer dilime
Düş tadında.
Daha hiç söylenmemiş ve hiç çalınmamış bir ezgi!
Gözlerimde aynı çocuk...
Alacalı bir rüzgarın koynunda,
gökkuşağı yürekli…

6 Aralık 2011 Salı

AŞK

Aşkı bilmek isteyen Mevlana olmalı


Aşk... İlahi de olsa beşeri de olsa farketmiyor... Hangi zamanda olursak olalım, zamandan azade, Aşk bir tane ama yaşattığı hal, yıllardır birçok hikayeye konu oluyor. İlahi aşk denilince onu ifade ediş şekliyle bizi adeta büyüleyen isim hiç kuşkusuz Hz. Mevlana... Herkes onun duyduğu o büyük aşktan bahsediyor, fakat biz bu anlatılanlardan ne anlıyoruz? Her yıl Mevlana ölüm yıl dönümü olarak bilinen Şebi Arus'a yaklaştığımız şu günlerde "Aşkı" anlamak için yola koyulduk ve sorularımızı edebiyatçı Sadık Yalsızuçanlar'a yönelttik...

Hz. Adem ile Havva'dan bu yana bir aşk var yeryüzünde...

Adem'den önce de vardır, der arifler. Şair, 'aşk, kadim ezelidir' diyor.

Nasıl yani?

Basbayağı. Başlangıçta aşk vardı, derler. Aşk, Hakk'ın sıfatıdır. Cenab-ı Aşk denmesi bundandır.

Çok ilginç...

Evet...Gizem de buradadır. Bir kutsi rivayet vardır : 'Gizli bir hazine idim, bilinmeyi sevdim...' şeklinde. Varoluş, aşktandır. Bilginin de kaynağı aşktır bu önermeye göre. Varlığımızı aşka borçluyuz yani. Bilmek de sevmektir. Burada aşk, epistemik bir kaynak olarak da anılmaktadır.

Ama aşk bir tane... Fakat hepimizin aşktan anladığı tek mi?

Aşk bir olduğu gibi, birliktir, birlemektir, bir olmaktır. Aşk, biliyorsunuz Arapça bir kelime. Aşaka eylem kökünden geliyor. Aşaka, bir varlığın bir varlığa, bir nesnenin bir nesneye sarılmasıdır.

Birleşme var yani işin doğasında?

Gelenekteki tabiriyle söyleyelim: Vuslat var. Buradaki birleşme, birleme, birlenme ve birlik anlamlarını içerir. Ama, dünyada insan sayısınca aşk tanımı vardır, aşk anlayışı veya algısı. Herkes, her şeyi, kendi manevi düzeyinden görür. Baktığınız yer önemli. Aşkı da ruhsal düzeyiniz, halinizden algılarsınız. Ne gördüğünüz, nereden, nasıl baktığınızla kayıtlıdır. İbn Arabi, Füsus'un son Fassında, 'bana dünyanızdan üç şey sevdirildi...' hadisini yorumlarken şöyle der : 'Peygamberimiz, sevgiyi, yani beşeri sevgiyi, nefsine nisbet etmemiştir, 'sevdim' dememiş, 'sevdirildi' demiştir. Bu algı düzeyinden bakmayan, doğrudan nefsine nisbet eden kişide şehvetin ilmi eksiktir...' Bu çok önemli...

Vuslat şart mıdır?

Şart değildir. Ama hakiki ve tutkulu bir aşkın sonucu zaten vuslattır. Sağlıklı aşkta seven, sevdiğini manipüle etmez. Şair diyor ya, 'seni seviyorsam bundan sana ne?' Bu sağlık alametidir. Ama, karşılıksız aşk patoloji üretmeye elverişlidir.

Aşk bize nasıl tercüme ediliyor?

En güzel tercüme eden Yunus Emre'nin : 'Aşk bir güneşe benzer' diyor. Hz. Şems'in adına yani. Lale Müldür, 'ormanda veya yürek denilen orman boşluğunda bir kuşun anormal bir hızla dönüşü'ne benzetir. Bu, bir duygu durumu olarak aşkı değil de daha çok aşk yaşantısındaki sorunu ima ediyor tabi... Bir başkası, 'bela yağmur gibi gökten yağarsa, başını ona tutmanın adıdır aşk...' diyor. Bir diğeri, 'Laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvay'da, ansızın 'yüreğinin ellenmesi' olarak niteliyor. Bir şair, 'aşk, kavuşma arzusuyla sürekli yanmaktır' diyor. Ne bileyim, binlerce 'tanım' var yani...

Aşk bir sevgi çeşidi midir yoksa sevgiden bağımsız mıdır?

Aşk için, eski Anadolu Türkçesi'nde 'sevü' tabiri de kullanılıyordu. Sevgi yani. Ama, Yunus Emre'de aşk sözcüğünün yaygın biçimde olduğunu görüyoruz. Aşk, diyor İbn Arabi, sevginin ifrat halidir.

Bu doğru bir tercüme mi?

Aşk kelimesinin nice zamandır çürüdüğü kesin. Sadece aşk mı? Sevgi, merhamet, adalet... gibi çoğu sözcük kullanılamaz, bir şey iletemez hale geldi.

Mevlana ile aşk bir bütün olarak biliniyor. Mevlana'nın sizce amacı neydi aşkı anlatmak mı yoksa âşık olmayı anlatmak mı?

Hz. Mevlana, Moğol istilalarının diyar-ı Rum'u kasıp kavurduğu ve mistisizmin, Tanpınar'ın deyişiyle kara bir dalga halinde kuzeyden inerek Anadolu'yu sardığı bir evrede belirdi. Belh'ten Anadolu'ya geldi. O çağda, birkaç önemli kişi daha vardı: Hacı Bektaş-ı Veli, İbn Arabi, Yunus Emre... Biri Arapça, biri Farsça, biri Türkçe hakikati terennüm etti. Hz. Mevlana da 'irfan' da baskındı fakat o, daha çok aşk burcundandı. Şöyle diyordu: Aşık da, maşuk da aşk da birdir.

Yani?

Aşkınlaşmıştı, aşkınlaştırıcıydı, aşıktı ve aşkla konuşuyordu.

Allah aşkı ve beşeri aşk hep birbirini tamamlayıcı iki unsurdur. Aşkın yeterince farkında mıyız?

Geleneksel sözlükteki ifadesiyle söyleyelim dilerseniz: Mecaziaşk-hakiki aşk. İlki, nefsani ve Hak'tan perdelenmiş bir algıyı işaret eder. Diğeri, aşkın doğru adrese yönelmiş olmasıdır. Fethi Gemuhluoğlu, Türk Petrol Vakfı'ndan burs almak için gelen bir hanım kıza, 'hiç aşık oldun mu?' diye sorar. Kızcağız utanır, sıkılır. Üç kez ısrarla sorar. Kız mahçup hala. 'Evladım niçin utanıyorsun, Hakk'ın yarattığı bir insana aşık olmayan Hakk'a aşık olabilir mi?' der. Bu, sanırım yeterince açıklayıcıdır.

Yani İlahi aşka beşeriden mi ulaşılır?

Her zaman değil. Doğrudan Hakk'a, Hakk'ın en yetkin tecellisi olan Kamil insana da aşık olunur. Yunus Emre gibi, 'söylemezsem bu aşk derdi beni boğar' noktasına gelinebilir. Yunus'ta böylesi bir tecrübe yok. Bir kadına aşık olmamış. Tapduk Emre'ye aşık olmuş. O'nun üzerinden Rabb'e aşık olmuş. Aksi de olur. Hakk'a aşık olan ki, her şeyi-herkesi sever. 'Hakk'ı gerçek sevenlere cümle alem kardeş gelir' diyor Yunus.

Bizler aşkın neresindeyiz?

Bilmem...

Neden böyle söylüyorsunuz?

Çok genel bir şeyden söz ediyorsunuz çünkü. 'Biz'in içinde neler var?


O zaman şöyle sorayım: Aşkı anlayan ve anlatan kişinin bu duyguyu iyi yaşaması anlamına gelir mi? Mesela siz aşkı nasıl yaşıyorsunuz?


Bu, huyunuzla, doğanızla ilgili bir şey. Benim nasıl yaşadığım bana kalsın dilerseniz. Sadece şunu söyleyeyim. Ahmed Gazzali, İbn Arabi, Mevlana gibi ariflerin kitaplarında da geçer. Aşkın kimde, nelere yol açtığının çok objektif ölçütleri, belirtileri yoktur. Ama genelleme yapmayı mümkün kılacak kadar belirtiden söz edebiliyoruz.

Mesela?

Bir genelleme yapalım o halde. Aşk, olağandışı, olağanüstü bir duygu, bir hal. İnsanı kesinlikle rutin dışına çıkarıyor. İrademizle belirleyemediğimiz iki şey var yaşamımızda : Doğum ve ölüm...

Peki, irademizle belirleyemediğimiz iki şey mi var sadece?

Buna aşkı, evliliği katan düşünürler de var. Aşkın ömrü üç yıldır, diye bir kitap vardı yanlış hatırlamıyorsam. Psikiyatrlar, en az üç saat en fazla üç yıldır, diyorlar. Hakiki aşk vuslata değin sürer. Kavuşunca irfan başlar.

Aşk insanı iradesizleştiriyor bir de...

Bir duvar yazısı şöyle diyor: 'Aşk, sadece aptalların düştüğü bir çukurdur. Abi beni ittiler...'

Aşkı anlamak için önce Mevlana'yı mı anlamak gerekiyor?

Hz. Mevlana'yı ancak aşkla anlayabiliriz. O'nu anlayınca da aşkı anlayabiliyoruz.

Anladığımızla olan arasında ne kadar mesafe var?

Doldurulamaz kadar olabilir bazen.

Aşk anlatılabilir bir şey mi?

Bizim geleneksel edebiyatımız tümüyle aşkı anlatır. Buna rağmen onu anlatmak imkansız gibidir. Hani konuştukça insanın yalnızlığı artar, onun gibi bir hal. Eskilerin tabiriyle, aşk-ı daimide olan arifler var. En çok onlar anlatmıştır. Yunus Emre, Fuzuli, Kemali Baba, Seyit Nizam gibi bilgelerin solukları yanık ciğer kokar. Sürekli yanmışlardır. Rilke'yi doğrulayan bir durum. Aşk, kavuşma arzusuyla sürekli yanmaktır. Bu yüzden üstatlar, öğrencilerini sürekli aşkta tutmazlar, irfana çekerler. O olağanüstü hal sürekli yaşanılabilir mi? O ağırlığa dayanılabilir mi?

Dayanılamaz mı?

Aşıklara sormak lazım.

Aşık olmayan bilemez mi?

Hz. Mevlana'ya, 'aşk nedir' diye soruyorlar, 'ben ol da bil' diyor.

Aşk ve emek ilişkisi... Biz sevginin emek gerektirdiğini fakat âşık olmak için bir emek olmadığı görüşü hâkimdir. Aşk emek gerektirir mi?

İnsan için emeğinden fazlası yoktur.

Aşk öğrenilir mi?

Evet. Hz. Mevlana alimdi. Hz. Şems, onu 'aşk mektebi'nde eğitti. Ona aşkı tattırdı, oradan Divan-ı Kebir doğdu. Sonra irfan burcuna geldi. Oradan da Mesnevi-i Şerif çıktı.



Dünya daha adil olabilirdi



Mevlana'nın aşkı bu yüzyılda hala diri bir şekilde yaşıyor. Mevlana mı aşkı yaşatıyor yoksa aşk mı Mevlana'ya hayat veriyor?

Günümüzde nice mahfi Mevlana'lar var. Konuşmayan, hafada işini işleyen. Ne aşıklar var. Bütün insanlık için yakaran nice ağzı dualı aşıklar...Birine aşık olup, Erzurumluların tabiriyle senelerce hissettirmeden onu kendi melalinde yaşayan bağrıyanıklar var. Mevlana'nın sözlerinin bugün hala bizi etkilemesi, ilmini, Ölmeyen Diri'den almış olmasındandır.

Aşk bazılarımızı yüce bir makama çıkarırken bazılarımızı ise tepe taklak ediyor. Aşk denen şey aynı zamanda tehlikeli bir hal de değil mi? Her insan bu halle başa çıkabilir mi?

Buna dilerseniz, Lale Müldür'ün dizeleriyle cevap vereyim: 'ormanda bir kuş hızla dönüyordu / aşık olduğumuz zaman / yürek denen ormanda bir kuş anormal bir hızla döner / ve kaçmamız gerektiğini söyler bize / çünkü her şey çok fazladır / kendi etrafında nefes kesici bir biçimde dönen bir kuş / kendini ve etrafındakileri yaralar / tehlikedir onun adı / bunun için aşkı hiç kimse, insanın kendi arkadaşları bile istemez / kumrular sakindir bir tek / ben kumru değilim / sen de / bu yüzden birbirimize yaklaşamayız.'

Bugün insanların tümü aşık olsaydı ortaya nasıl bir tablo çıkardı?

Yeryüzünde şairane oturan insanlar çoğalırdı. Daha adil ve merhametli bir dünya olurdu.



Aramak ile bulunmaz



Mevlana'nın bütün eserleri aşka dairdir. Aşka bu kadar eğilmekle göstermek istediği şey neydi?

Hz. Mevlana'nın özellikle Divan'ı aşk doludur. Divan, deyim yerindeyse dağa tırmanırken gaz pedalının dibe kadar indiği yerdir. Doruktan sonraki inişte ise Mesnevi doğmuştur ve burada Hz. Pir'in kademi sürekli frendedir. Mevlana, aşkla irfan arasındaki ankadır.

Aşk neyin ilacı?

Aşk acısı, paylaşılmaz ve sürekli çoğaltır kendisini. Aşk yalnızlığın hem zehiri hem de panzehiridir.

İsteyen Allah'a âşık olabilir mi? Allah aşkı istemek mi yoksa nasip işi midir?

Neye aşık olursak olalım, O'nun Cemal'ine oluyoruz aslında. Dilemeden nasip erişmez. Aramakla bulunmaz, bulanlar ancak arayanlardır, bunu söyler.

Aşk her yerde varsa neden görenlerimiz sınırlı?

Dünya imtihandır. Aşk acısı, gözümüzdeki perdelerin açılmasına hizmet eder. Varolanlar birer perdedir. Her lokma göze bir perde çeker. İktidar perdedir. Şehvetler perdedir. Hırslar, tutkular perdedir. Hakk'ı herkes kendi nefsinde idrak eder. Mısri, 'şehr-i Elmalı, canda bulmalı' diyor. 'Elmalı', hakikat sırrıdır. Hakikat nefiste bulunacak. Nefs'te ise sayısız perde vardır. Bunlar kullukla, riyazetle, zikirle, acıyla, aşkla aralanır. Vücut birliğine inanan arifler bütün varlığı bir vücut olarak görürler. Ona ulaşana kadar arayış sürer.

Allah'ı tanımak veya ilim sahibi olmak Allah aşkını azaltır mı yoksa arttırır mı?

Artırmaz mı? O'ndan en çok O'nu tanıyan korkar. O'nu en çok, O'nu tanıyan sever. Sevgi bilmektir dediğim gibi. 'Bilinmeyi sevdim...' diyor ya...Sevgisiz hiçbir şey olmaz. Tutkuyla sevilmeden yapılan bir işten hayır gelmez.

Aşkı yaşayan kişilerin kimileri az kimileri ise çok derin olarak yaşıyor. Bu neye bağlı? Kişinin duygu dünyasına mı yoksa Allah'ın seçtiği kulları olmasından mı?

Hz. İsa'nın bir hadisi var : 'Çokları çağrılır, pek azı seçilir' diye. Bazılarının seçildiği kesin. Bunlar için 'tekamül etmiş ruhlar' demek daha doğru. Kimisi bir mevkiye fit oluyor, kimisi üç beş kuruşa, kimisi güzel bir kadına, yakışıklı bir erkeğe. Başka biri çıkıyor, 'bana Seni gerek Seni' diyor. Hakk'a talip oluyor. İnsan amacı kadarmış. İbn Arabi öyle diyor: 'Neye talipsen osun...'



Sadik Yalsizucanlar - Yeni Safak YAYIN TARİHİ: 04.12.2011

5 Aralık 2011 Pazartesi

Kendi hikayemizin peşine düşerken, yanımızdakilere sağır kalmak, yalnızlığın karanlık sokağına çıkarıyor bizi. Korkup geri döndüğümüzde, o sesin sahibini bir daha hiç görememek en kötüsü... Üzerinde bir diğerinin hakkı olan insanların yapıp ettikleri gerçekliğin aynasında kırılıp parçalanmak zorunda. Aksi halde parçalanan insanın kendisi oluyor. 
O parçaları yapıştırmayı ne kadar denersen dene  !
Tutmuyor !
“Sır kelimelerde değil kalpte,
ne duymak istiyorsa onu işitiyor insan ..”

Ali Ural

4 Aralık 2011 Pazar


‎Ey uzaklaştıkça gönlüme yaklaşan Sevgili!
Bir "AH" desem duyar mısın feryad-ı kalbimi?
Ben ıraklarda suskun bir Mevlevi..
Sen ise kalbimin Aşk-ı kıyameti...


ŞEMS-İ TEBRİZİ
Marifet hiç ezilmemek bu dünyada.
Ama biçimine getirip ezerlerse;
Güzel kokmak...
Kekik misali,
Lavanta çiçeği misali,
Fesleğen misali,
Itır misali,
İsa misali,
Yunus misali,
Tonguç misali,
Nazım misali...


Bedri Rahmi EYÜBOĞLU

1 Aralık 2011 Perşembe

Ey Gönül...
su ne yaparsa yapsın susayan ona yüz kere razıdır.

Hz Mevlana
            Kederin ağına takılan balıklar, çırpına çırpına ölüyorlar. Mutluluk bir seyehat şekli olması gerekirken, bir türlü ulaşılamayan hayâli istasyonlar haline geliyor. Yüzlerimiz, hüznün yüzlerce elbisesinden hangisini seçeceğine bir türlü karar veremiyor. Aynı hava sıcaklığınde bir gün üşürken, bir başka gün terleyebiliyoruz. Bir gün kahkahalarla güldüğümüz bir espriye bir başka gün tebessüm etmekte zorlanıyoruz. Su bazen sıfır derecede donmuyor, bazen kaynamıyor yüz derecede.

     
O halde " bizi mutlu kılan şey şartlardan çok, ruhumuzdur ." İstemekle değil, istememekle hür olan ruhumuz...


Ali Ural // Posta Kutusundaki Mızıka