29 Nisan 2012 Pazar

Sevgili Dost,
 Şair ne güzel söylemiş:
" Kal dersem kal, git dersem gitme... "

25 Nisan 2012 Çarşamba

Aynaların Ötesi


Her ne kusur varsa, geçen zamanda;
Suçsuzdur aynalar elâ gözlü yâr.
Mecnunlar Mevlâ’yı bulursa canda,
El olur Leyla’lar elâ gözlü yâr.

Güzel açar güzelliğin sergisin
Gün ağartır kara saçın örgüsün..
Muhabbet faslında ölüm türküsün
Kim söyler, kim çalar elâ gözlü yâr.

Eştikçe iş çıkar işin içinde;
Gençliği hasret yer sevda göçünde.
Bilmez misin, dört mevsimin üçünde
Kar olur yaylalar, elâ gözlü yâr.

Alı al, yeşili yeşilde ara;
Ahirete gider kalpteki yara..
Ne yapsan bir daha çıkmaz dallara,
Dökülen ayvalar elâ gözlü yâr.

Vakit dolar, nakit biter kasanda..
Sevgi bir kitaptır gönül masanda;
Okusan da olur, okumasan da...
Kapanır sayfalar elâ gözlü yâr.


Abdurrahim Karakoç


  " Neyi yitirmişse en güzel onun türküsünü söylermiş insan.."


Gel de birbirimizin kadrini bilelim...
Çünkü ansızın ayrılacağız birbirimizden...

Mevlana...

”Bilir misin benim hüzünlü dostum, dua eder ve inan yükseliriz.”
Yusuf Özkan Özburun

Dört ucundan bağlanmış bohçam hazır değil. Aklım yarı yollarda kalmış, feleğim gibi hesaplarım da çoktan şaşmış benim.

Ama yine de Sen beni de Kâbe’ye yüz vuran sonra duasını şaşıran bir Mecnun-ı bîçaren kabul et. Yolların sonundayım, gidecek yerim yok, yolumu açık et.

Hazırlıklarını tamamlamışların tatlı telâşıyla çıkmıyorum bu yola. Ezilmiş, hırpalanmışlarla birlikte geliyorum. Küskünlerin, yorgunların kafilesindeyim ben de. Kırgınların, yaralıların, gidecek yeri, atacak adımı kalmamışların, vurulmuş da ortada kalmışların, ölmüş de cenazesi unutulmuşların grubundayım; yolunu şaşırmışların, kendisini karanlık bir ormanın ortasında bulmuşların. Dilese de oluvermemişlerden, ruhu defalarca yanan, derisi diri diri soyulan, her defasında bir daha yansın diye bir daha yenilenlerindenim. Hiç yara almam sanırken aldığım yaralarımdan tanınırım belki. Yürümeye mecali kalmamış da iki koluna girip sürüklenen hastalar kafilesine kaydedilmiş olmalı adım.

Bu halde, bilmiyorum ki neyi götürür neyi bırakırım? Ne’den bütünüyle kopar neye gönülden bağlanırım? Neyi tanır neyi hatırlarım? Neyi unutur neyi şaşırırım? Gidip de geri dönemem belki, nutkum tutulur, görüp de konuşamam. Taş kesilirim, iki sözü bir araya getirip de anlamlı bir cümle kuramam, başına büyük bir harf sonuna nokta koyamam.

Gördükten sonra yazamam ihtimal. Olsun, aklıma düşen cümleyi kaydetmeyivereyim bu kez de. Yanıma kâğıt ve kalem almayacak denli dünya yüklerinden soyunarak, eş dostla, çoluk çocuk, konu komşuyla bir daha hiç dönmeyecekmiş gibi vedalaşarak ve gerçekten de geri dönen bu giden olmayarak, yani en fazla da ben, ben’le vedalaşarak; dünyaya dair bütün tanışıklıklardan sıyrılarak yepyeni bir yüzle yepyeni bir giyimle gireyim yola.

Değil mi ki insanın insana, insanın hayvana, kurda kuşa, börtü böceğe, dala, ota, yaprağa, taşa, toprağa, en önemlisi insanın kendi kendisine zerre miskal zarar vermesinin yasaklandığı o yere gidiyorum ben. Hayatın beni yorduğunu sağır sultanlar duymuşken, bu dünyada gidebileceğim tek yere, varlığın doğasına kıl kadar müdahalede bulunmayı yasaklayan bir sınır ötesine dönüyorum yüzümü. Varlığı cennet doğasında saklamayı emreden o yerde balçıkla sıvanmış kalbime bir el dokunur elbet gözyaşımı silen bir Kimsesizlerin Kimsesi bulunur.

O sınıra, o eşiğe dayanarak şöyle bir bakayım etrafıma başımda akıl gözümde nur kalırsa eğer. Yörüngesini bulmuş o mahşer kalabalığına bakayım da o kıyamet sabahında her bir âdemoğlunun bir zamanlar dünya yaşamında ruhlarına geçirdikleri ten libasının dönüşün hızıyla bir gömlek gibi sırtlardan sıyrılıp bir kenara fırladığını göreyim.

O dönüşte tenlerin sarı, kırmızı, mavi, turuncu ve diğer bütün renkleri öyle hızla birleşsin ki rengârengim önce bembeyaz olsun sonra kurşun gibi bir siyahta dursun. O simsiyahın önünde benim de beni ben yapan yanlarımı, yönlerimi, renklerimi yok eden, farklılıklarımın altını çizen değil onları silen, taş rengi, toprak rengi, yaprak rengi bir gömleğim olsun. Yetmiş iki milletten insanla aynı renge boyanıp aynı yüze sahip olayım, kendimi terk edeceğim yörüngeye dâhil olayım. Orada bu dünya ile öbür dünya, masiva ile mavera, buralar ile öteler, asıl ile suret, fizik ile metafizik arasında uzanan koridoru, açılan kapıyı, çekilmiş eşiği, uzanan ağacın sınırını, işaret taşını ben de fark edebileyim. Gafletle geldim gafletle gitmeyeyim.

Rabbim, derin kederler, güceniklikler, sitemler, küskünlükler, kırgınlıklar, cürümlerim kadar büyük acılar içinde geliyorum. Baştanbaşa hatayım ben de. İyi de benim içimdedir kötü de. Şeytan da benim dilimden konuşur melek de. Habil de benim Kabil de. İsyanım yoktur Sen şahitsin, hâşâ, ama küstahlığımı, gafletimi, heveslerimi affet. Kapından çevirme geri. Silme kayıtlarından, beni de hesaplarına dâhil et. Bana da kulum de, beni de defterine kaydet.

Bana da nasip et. Gidecek yerim yok, benim de yolumu açık et.
Nazan Bekiroğlu

20 Nisan 2012 Cuma

7 Nisan 2012 Cumartesi



"Benden bakıp seni görmek ne güzel!..." |

Abdurrahim Karakoç

Fotoğrafta bir insan seli var. Hepsi de parmaklarını birleştirdikleri sağ ellerini ileriye doğru uzatmışlar. Nazi selamı veriyorlar. Ve o insan selinin ortasında bir kişi, sadece bir kişi kollarını kavuşturarak oturuyor. Nazi selamı vermeyi reddeden o adamın adı August Landmesser.
August Landmesser, o siyahbeyaz fotoğrafın çekildiği 1936 yılında 26 yaşındaydı. 1931′de Nazi Partisi’ne üye olmuştu. Ama 1935′te Hitler rejimine meydan okuyarak Yahudi kökenli 22 yaşındaki Irma Eckler ile evlenmişti. Meydan okumuştu; çünkü Nazi yasaları bir Alman’ın bir Yahudi ile evlenmesini kesinlikle yasaklamıştı. Evliliği duyulur duyulmaz Landmesser’i Nazi Partisi’nden ihraç ettiler. Aldırmadı; ikinci kez meydan okudu: Irma ile evliliğinden iki kız sahibi oldu. 1935′te Ingrid geldi dünyaya, 1937′de ise Irene.
1936′nın bir günü o siyah beyaz fotoğraf, Hamburg’da “Blohm&Voss” savaş gemisinin denize indirilmesi töreninde çekildi. İnsan selinin ayağa fırlayıp Nazi selamı verdikleri o an, tören yerine Adolf Hitler gelmişti. Ve o insan selinin ortasında August Landmesser kollarını kavuşturmuş oturuyordu. “Hayır demek cesareti”ni gösteriyordu. Hitler’e ve Nazi rejimine. August Landmesser ve eşi Irma Eckler, 1938′de tutuklandılar. “Alman ırkını kirletmek” suçundan mahkûm olup çalışma kamplarına gönderildiler. August Landmesser 1941′de salıverildi ama hemen cepheye sevk edildi. Sonra da bir daha ondan haber alan olmadı. Irma Eckler ise 1942′de çalışma kampında öldü. İki çocukları yurda verildiler ama hayatta kalmayı başardılar. Aradan yarım yüzyıl geçti, Irene bir Alman gazetesinin yayınladığı o siyah-beyaz fotoğrafta babasını tanıdı. Ve gurur duydu. Nazi selamı yapan bir insan selinin ortasında kollarını kavuşturarak Hitler’e “Hayır demek cesareti”ni gösteren bir genç adam.
Cesaret nedir? Bir Latin atasözü, “Cesaret ölümsüzlüğe, korkaklık ise ölüme götürür” der. August Landmesser cesaretinin bedelini hayatıyla ödedi ama ölümsüzleşti. Ölümsüzleşmese, o siyah-beyaz fotoğraf bugün cesaretin en somut örneği olarak belleklere yerleşir miydi?
Sevgili Dost,
Elimi uzatmasam yanıyor ve daha da yanacak, uzatsam ben yanacağım diye korkuyorum... Uçurumun kenarında dolaştığımı biliyorum.. Lâkin yüreğim razı değil arkamı dönüp gitmeye...