12 Kasım 2011 Cumartesi

GÜL OLDUĞUNU BİLMEYEN GÜL

  Bahçenin birinde bir kırmızı gül vardı. Ne var ki bu gül, eşsiz güzelliğine rağmen, tomurcuk olduğu günden beri, kendini bir ‘ot’ sanıyordu. Gülün bu zannı, zaman içerisinde bir kabullenişe dönüşmüş, gül mevsimi gelip de bütün güzelliğiyle etrafa türlü renkler ve kokular saldığı günlerde bile devam etmişti.
            Mevsimlerin güzü göstermesine yakın günlerde bahçeye bir bülbül girdi. Bülbül, adeta kabuğuna sığınmış bir inci tanesi gibi gül olduğunu unutup kendini saklamış gülü daha ilk gördüğünde yıllardır aradığı şeyi bulduğunu hissetti. Kalbi çarptı, içi titredi. Daha önce hiç böyle hissetmediği için ruhuna işlenmiş aşkı ilk görüşte tanımıştı. Yıllardır aradığı işte oradaydı.
             Bülbül gülle tanışmak istedi tabi. Uzun uzun diller döktü güle. İlk günlerde gül şaşkındı. “Gül olmadığım halde bu bülbül beni neden seviyor?” diye geçiriyordu içinden. Yanlış dahi olsa yılların kabullenişini değiştiremiyordu. Ama içine “Acaba ben gül müyüm?” sorusu da düşmemiş değildi.
            Çok geçmeden bülbül, aşkını haykırdı gülün güzel ve mağrur yüzüne bakarak… Gül, içinde ilk defa rastladığı ve anlam veremediği tuhaf kıpırtıya rağmen bülbülün aşkına ve vuslat arzusuna çok şaşırmıştı. Öyle ya… ? Güle aşkıyla meşhur bülbülün kendisi gibi bir ‘ot’la ne işi olabilirdi? Hayır, hayır… Bülbül kafa buluyor olmalıydı. Gül olsaydı bilmez miydi kendini (!)…
 Bülbül içinde yıllardır usul usul yanan ateşin sahibini bulmanın o engin coşkusuyla şakıyor, tekrar tekrar aşkını ve vuslat arzusunun güle ve bütün dünyaya haykırıyordu.
            Gül için, kendisini sıradan bir ot olarak görmek daha kolaydı. İçindeki türlü şüphelere rağmen: “Ben gül değilim, sıradan bir otum. Sen ise güle olan aşkını şiirlerle, şarkılarla ve nice efsanelerle anlatmakla meşhur bülbülsün. Beni nasıl seversin?” diye sordu bülbüle… Bülbül, güle aşkla bakıp konuştu:

Yıllar yılı aşkını arayan bülbülüm
Seninle dolu bak gecelerim, gündüzüm
Gülü sevmek için yaratılmış yüreğim
Bir otu nasıl sever, söylesene ey gülüm!

    
Zaman hızla geçiyordu. ‘Ot’ akıllı gül neden kendisini zora soksundu ki… Her şeyden önce aşk, kişisel sorumluluk gerektiriyordu. Ne gerek vardı (!) hissetmeye, düşünmeye, bir armağan gibi sunulan hayatı gerektiği gibi yaşayarak geçirmeye; bütün bunları başından savabilmek varken…
              Fakat ya bir gülse ve bunun farkına ancak solduktan sonra varırsa; yaşamadan, gül olmanın hakkını vermeden geçip giden günleri, yüreğine bir hançer olup saplanmayacaklar mıydı? Yüreği, gelgitler içinde yüzüyor, eriyordu.
             Bülbül çaresizdi. Gülünün, içinde yanan ateşi paylaşmak yerine bu ateşi söndürmek için üzerine soğuk sular dökme telaşı, bülbülü yaralıyordu. Hâlbuki ateşini söndürmek demek bülbülün bülbüllüğünü yok etmek demekti.
             Bülbül kararını vermişti. Her ne pahasına olursa olsun güle olan aşkını ve daha da önemlisi gülün, onun içini aşkla dolduran hakiki bir gül olduğunu ona ispat edecekti.

Aşkı bulunca söylemek yakışır (?)
Her daim güle gönül vermek yakışır (?)
Haydi, uzat dikenini, işte burada yüreğim
Bülbüle gülün aşkıyla ölmek yakışır.

diyerek kalbini gülünün dikenine batırdı ve oracıkta öldü. O an, gül, yapraklarını hışırdatan sert mevsim rüzgârına, geride kalan solgun yüzlü hazana bir figan emanet etse de yüreğinden, nafileydi; çünkü kendisinin bir gül olduğunu anlaması, bülbülünün hayatına mal olmuştu.          
Alıntı

Hiç yorum yok: