Dört ucundan
bağlanmış bohçam hazır değil. Aklım yarı yollarda kalmış, feleğim gibi
hesaplarım da çoktan şaşmış benim.
Ama yine de Sen
beni de Kâbe’ye yüz vuran sonra duasını şaşıran bir Mecnun-ı bîçaren kabul et.
Yolların sonundayım, gidecek yerim yok, yolumu açık et.
Hazırlıklarını
tamamlamışların tatlı telâşıyla çıkmıyorum bu yola. Ezilmiş, hırpalanmışlarla
birlikte geliyorum. Küskünlerin, yorgunların kafilesindeyim ben de.
Kırgınların, yaralıların, gidecek yeri, atacak adımı kalmamışların, vurulmuş da
ortada kalmışların, ölmüş de cenazesi unutulmuşların grubundayım; yolunu
şaşırmışların, kendisini karanlık bir ormanın ortasında bulmuşların. Dilese de
oluvermemişlerden, ruhu defalarca yanan, derisi diri diri soyulan, her
defasında bir daha yansın diye bir daha yenilenlerindenim. Hiç yara almam
sanırken aldığım yaralarımdan tanınırım belki. Yürümeye mecali kalmamış da iki
koluna girip sürüklenen hastalar kafilesine kaydedilmiş olmalı adım.
Bu halde,
bilmiyorum ki neyi götürür neyi bırakırım? Ne’den bütünüyle kopar neye gönülden
bağlanırım? Neyi tanır neyi hatırlarım? Neyi unutur neyi şaşırırım? Gidip de
geri dönemem belki, nutkum tutulur, görüp de konuşamam. Taş kesilirim, iki sözü
bir araya getirip de anlamlı bir cümle kuramam, başına büyük bir harf sonuna
nokta koyamam.
Gördükten sonra
yazamam ihtimal. Olsun, aklıma düşen cümleyi kaydetmeyivereyim bu kez de.
Yanıma kâğıt ve kalem almayacak denli dünya yüklerinden soyunarak, eş dostla,
çoluk çocuk, konu komşuyla bir daha hiç dönmeyecekmiş gibi vedalaşarak ve
gerçekten de geri dönen bu giden olmayarak, yani en fazla da ben, ben’le
vedalaşarak; dünyaya dair bütün tanışıklıklardan sıyrılarak yepyeni bir yüzle
yepyeni bir giyimle gireyim yola.
Değil mi ki
insanın insana, insanın hayvana, kurda kuşa, börtü böceğe, dala, ota, yaprağa,
taşa, toprağa, en önemlisi insanın kendi kendisine zerre miskal zarar
vermesinin yasaklandığı o yere gidiyorum ben. Hayatın beni yorduğunu sağır
sultanlar duymuşken, bu dünyada gidebileceğim tek yere, varlığın doğasına kıl
kadar müdahalede bulunmayı yasaklayan bir sınır ötesine dönüyorum yüzümü.
Varlığı cennet doğasında saklamayı emreden o yerde balçıkla sıvanmış kalbime
bir el dokunur elbet gözyaşımı silen bir Kimsesizlerin Kimsesi bulunur.
O sınıra, o eşiğe
dayanarak şöyle bir bakayım etrafıma başımda akıl gözümde nur kalırsa eğer.
Yörüngesini bulmuş o mahşer kalabalığına bakayım da o kıyamet sabahında her bir
âdemoğlunun bir zamanlar dünya yaşamında ruhlarına geçirdikleri ten libasının
dönüşün hızıyla bir gömlek gibi sırtlardan sıyrılıp bir kenara fırladığını
göreyim.
O dönüşte
tenlerin sarı, kırmızı, mavi, turuncu ve diğer bütün renkleri öyle hızla
birleşsin ki rengârengim önce bembeyaz olsun sonra kurşun gibi bir siyahta
dursun. O simsiyahın önünde benim de beni ben yapan yanlarımı, yönlerimi,
renklerimi yok eden, farklılıklarımın altını çizen değil onları silen, taş
rengi, toprak rengi, yaprak rengi bir gömleğim olsun. Yetmiş iki milletten
insanla aynı renge boyanıp aynı yüze sahip olayım, kendimi terk edeceğim
yörüngeye dâhil olayım. Orada bu dünya ile öbür dünya, masiva ile mavera,
buralar ile öteler, asıl ile suret, fizik ile metafizik arasında uzanan
koridoru, açılan kapıyı, çekilmiş eşiği, uzanan ağacın sınırını, işaret taşını
ben de fark edebileyim. Gafletle geldim gafletle gitmeyeyim.
Rabbim, derin
kederler, güceniklikler, sitemler, küskünlükler, kırgınlıklar, cürümlerim kadar
büyük acılar içinde geliyorum. Baştanbaşa hatayım ben de. İyi de benim
içimdedir kötü de. Şeytan da benim dilimden konuşur melek de. Habil de benim
Kabil de. İsyanım yoktur Sen şahitsin, hâşâ, ama küstahlığımı, gafletimi,
heveslerimi affet. Kapından çevirme geri. Silme kayıtlarından, beni de
hesaplarına dâhil et. Bana da kulum de, beni de defterine kaydet.
Bana da nasip et.
Gidecek yerim yok, benim de yolumu açık et.
Nazan Bekiroğlu